Millî Refleks
Şâir Tevfik Fikret, hümanizm
anlayışını şu beyitle ifade etmiştir: “Vatanım rûy-i
zemin/Milletim nev’i beşer”. İnsanın vatanının
bütün yeryüzü, milletinin de bütün insanlar olması, ne
güzel değil mi? Benim ömrüm yetişmeyecektir ama bir gün
sınırların kalktığı ve bütün insanların barış içinde
kardeşçe yaşadığı bir dünyanın gerçekleşeceğine
inanıyorum. Şenay’ın şarkısında söylediği gibi,
“insanlar el ele tutuşacak, birlik olacak ve sonsuza
uzanacak”tır.
Geliniz görünüz ki, Fikret gibi
aydınlar hümanist mısralar sıralarken, Osmanlı’nın
sonu getirildi ve bu topraklar üzerindeki bin yıllık
bağımsız ve hür varlığımız tehlikeye girdi. On yıl
içerisinde toprağımız sekizde bire indi. Millî
Mücadele verilmemiş olsaydı, şimdi bu vatan
toprakları üzerinde esamimiz dahi okunmayacaktı. “Rûy-i
zemin” üzerinde “haymatloslar” (vatansızlar)
gibi dolaşacaktık.
X X
X
Daha önce de yazdım. Küreselleşmenin
oluşturduğu vizyon değişikliği bir vâkıa olmakla
beraber, yeni milenyumun başlarında hâlen “ulus
devlet”in tek mûteber siyasî gerçek olduğu
kanaatindeyim. 19. yüzyılda kalan teorik idealler hiç
bir dönemde hayata geçirilememiştir. Enternasyonal
“hümanizm”in entelektüel tatmin ediliciliğine
kapılıp da çözülen bir tek “ulus devlet”
gösterilemez. AB içindeki ulus devletler de,
İKÖ’yü oluşturan ulus devletler de, “bağımsız”,
“egemen” yapılarından ve kültürlerinden vazgeçmiş
değillerdir. Sadece, Sovyetler Birliği ve
Yugoslavya gibi federasyonlar çözülmüşlerdir. Bu
durumda, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” de,
“bağımsız”, “egemen” ve “üniter” millî
devlet yapısını devam ettirmek zorundadır.
Türkiye’nin “ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğü”, bütün millî devletlerde olduğu
gibi Anayasası’nın genel esasları içinde hükme
bağlanmıştır.
Bu bütünlüğü muhafaza etmenin iki ana
teminatı vardır:
Birincisi, devletin, hukukî, meşrû,
demokratik ve insan haklarına değer veren bir çerçevede
kalmak şartıyla güvenliğini ve bölünmez bütünlüğünü
temin edici tedbirler almasıdır.
İkincisi, milletin, ülkenin bölünmez
bütünlüğüne sahip çıkmasıdır.
Bugüne kadar halkımızda “sivil
inisiyatif” yeterince gelişmediği için, “bölünmez
bütünlüğün” savunulması, hep devlete ve devlet
kurumlarına düşmüştür. Halkımız, ülkenin güvenliği ve
bütünlüğü konusunda -baskı ve dayatmalar haricinde-,
devletin aldığı tedbirleri desteklemiş ama bizzat sahip
çıkmamıştır.
X X
X
Mersin’de, Türk Bayrağı’na
hakaret olayından sonra, milletin bayrağına sahip
çıkışı, bir “millî refleks”tir. Bunu yükselen bir
“milliyetçilik” ve “ırkçılık” olarak
değerlendirmek yanlıştır. Ayrılıkçı Kürtçülerin,
kendilerini sanki başka bir devletin, milletin ve
ülkenin temsilcileri gibi kabul eden bölücü eylemleri,
AB’nin Türkiye üzerindeki haksız baskıları
ve ABD’nin Irak’ta uyguladığı peşmerge taraftarı
politikasıyla bir araya gelince; bu durum, Türkiye’nin
bölünmez bütünlüğünü savunan TC vatandaşları
tarafından hoş karşılanmamıştır.
Dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun, o
ülkenin vatandaşları kendi ülkelerini, devletlerini ve
milletlerini temsil eden bayrağın yakılmasına ve
çiğnenmesine karşı aynı tepkiyi gösterirler. Bu
“millî refleks”i, Hitler’in “Kavgam”ı
fazla satılıyor veya Sütçüler Kaymakamı,
Orhan Pamuk’un kitaplarını toplatıyor diye
saptırarak, Türkiye’deki bir “neo-nazi”
hareketi gibi göstermeye çalışmak, kasıtlı ve gülünç bir
değerlendirmedir.
Trabzon’da dört kişinin izinsiz
bildiri dağıtmak istemesine karşı gösterilen tepkiyi de
doğru okumak lâzımdır. Bütün Trabzonluların
“ırkçı” olarak damgalanması, ne derece isabetli bir
teşhistir? Bir sivil toplum kuruluşunun, kitlenin
görüşlerinin tersi istikametinde -hukukî şartlara uygun
şekilde- bildiri yayınlamak hakkı elbette vardır. Ancak,
olayların hemen arkasından TAYAD mensuplarının,
inadına Trabzon’a giderek bildiri okumaya
kalkması “provokasyon” değil de nedir?
X X
X
Türkiye’de etnik ve dinî gruplar
arasındaki çatışmalardan kaçınmak; bunun için
provokasyona ve siyasî istismara mâni olmak gerekir.
Lâkin bunu yaparken, testiyi kıranla suyu getireni ayırt
etmek lâzımdır. Halbuki, “aydınlar bildirisi”,
terörist PKK’nın ve siyasî uzantılarının
“ırkçı, bölücü, ayrılıkçı” eylemleriyle, milletin
bayrağına bağlılığını ifade eden gösterilerini bir
tutmuş; Türkiye’yi bölmek isteyenlerle, ülkenin
bölünmez bütünlüğünü savunanları aynı kefeye koymuştur.
Bu aydınlarımıza nasıl anlatmalıyız ki,
milliyetçiliğin Türkiye’de ve diğer Avrupa
dışı ülkelerdeki anlamı ile Avrupa’daki anlamı
birbirinden tamamiyle farklıdır. Avrupa’da, 19.
asırdaki “milletleşme” hareketlerinden sonra, 20.
asırda iki savaş arası dönemde Nazi ve Faşist
uygulamaları sebebiyle, “milliyetçilik”,
“ırkçılık/ırk ayrımcılığı” ile eş anlamlı
olarak kullanılmaktadır. Bu mânâda milliyetçiliğin
idolleri Hitler ve Mussolini gibi kanlı
diktatörlerdir. Halbuki, Türkiye’de ve doğu
toplumlarında “milliyetçilik”, “millî
bağımsızlık” ve “vatanseverlik” şeklinde
anlaşılmaktadır. Bu tip milliyetçiliğin liderleri,
Atatürk ve Gandi gibi emperyalizme ve
sömürgeciliğe karşı mücadele etmiş millî kahramanlardır.
Bizim anladığımız mânâda “milliyetçilik”,
aslâ “ırkçılık” değil, sadece “vatanseverlik”tir.
Buna mukabil Avrupa ve ABD’deki
vatanseverlik (patriotizm), bizim değme ırkçılara taş
çıkartacak kadar kuvvetli bir duygudur.
X X
X
Bu vatanı, bu milleti yaşatan ve koruyan
esas etken, vatanseverlik anlamında milliyetçiliktir.
“Millî refleksimiz”, Türkiye’nin
bekasının teminatıdır. Bu refleksi körletmek, Türkiye’yi
savunmasız bırakmak demektir. |